Merhaba sevgili okurlar,
Etkileyici diyalogları,muhteşem oyuncu kadrosu ve konusu ile
romantik dramda yüzyılın zirve filmi denilebilir.Yapım öyküsü de ilginç olan düşük
bütçeli film ‘’tekrar çal Sam ‘’ repliği ile post modern – kült filmler arasına
girmiştir.Senaryosu defalarca yazılan ve farklı sonlar hazırlanan filmin
senaryosuna büyük bir mebla ödenmişti. Hatta Bergman'ın hangi erkeği seçeceğini
filmin sonuna kadar bilmeyişi ve yönetmenin “Her ikisiyle de kalacakmış gibi
oyna” denildiği biliniyor. Pek çokları aşk filmi sansa da , bu sadece bir
ayrıntı.Tabii büyük bir ayrıntı.
Biraz da konusundan bahsedelim. “İkinci Dünya
Savaşı’nın yaklaşmasıyla tutsak Avrupa’daki gözler, umutla veya umutsuzlukla
Amerika kıtasındaki özgürlüklere çevrilmişti. Lizbon, Amerika’ya gitmek için
bir hareket noktası haline geldi. Ama Lizbon’a ulaşmak o kadar kolay değildi.
Göçmen kafileleri zorluklar içinde, dolambaçlı yollardan ilerliyorlardı.
Paris’ten Marsilya’ya, Akdeniz’den Oran’a, oradan da trenle, arabayla ya da
yaya olarak Fas’ın Casablanca şehrine… Burada talihli olanlar, para, ısrar ya
da şansları sayesinde çıkış izni alıp, Lizbon’a koşuyorlardı. Ve Lizbon’dan da
ver elini Yeni Dünya… Kalanlar ise, Casablanca’da bekliyorlardı…”
Casablanca’da bekleyen bu
kalabalığın içinde biri vardı ki, -çoğu erkeğin sırf onun karizmasına sahip
olmak uğruna sigaraya başladığını, ancak bir karton sigarayı aynı anda yakıp
baca misali tütseler bile aynı etkileyiciliğe asla erişemeyeceklerini
düşünüyorum- burada herkesin sahip olamayacağı bir çevreye ve saygınlığa
sahipti. Rick Blaine (Humphrey Bogart), işletmekte olduğu Rick’s Café
Americain’de kendine dönük çıkarları ve hedefleri olan, günü geçirmeyi odak
noktası haline getirmiş bir hayat yaşamaktaydı. Kimse için kendini riske
atmazdı, tarafsızdı. Yaptığı iyilikleri, geçmişini konuşmazdı. Has adamdı.
Yakışıklıydı.
Rick Blaine’in bütün o vakur
duruşu, bir gün Ilsa Lund’ın (Ingrid Bergman), “dünyanın bütün ülkelerinin
bütün şehirlerindeki bütün barların içinde” gire gire Rick’s Café Amercain’e
girmesiyle yerle bir oldu. Paris Almanlar tarafından işgal edilmeden önce
hayatının en güzel günlerini birlikte geçirdiği kadın, işgal gününde Alman
askerlerinin gri üniformalarına karşın maviler giyen kadın, geçmişi hakkında
hiç soru sormadığı kadın, yanında başka bir adamla çıkagelmişti çünkü…
Ilsa’nın yanındaki adam, Victor
Laszlo (Paul Henreid), tüm Avrupa’da fikirleri ve örgütsel faaliyetleriyle nam
salmış, ismiyle müsemma bir şahsiyetti. Yandaşları hatta yoldaşlarıyla büyük
bir gizlilik içinde, şifreler ve sembollerle iletişime geçmekteydi. Mücadeleci,
cesur ve firariydi… Ve gelgelelim Ilsa Lund’un kocası olmak şerefine de naildi.
Ilsa ve Rick ayrı zamanlarda
Sam’in “hüzünlü” piyanosundan As Time Goes By’ı dinleyip bedbaht oladursunlar,
tüm film boyunca rengini asla belli etmeyen ‘Captain’ Louis Renault ve Nazi
Binbaşı Strasser çoktan Rick’in elinden bulundurduğu gizli belgelerin peşine
düşmüştü. Bu belgeler Ilsa ve Victor’ın Casablanca’dan kaçmasını
sağlayabilirdi. Ilsa, kocası ve kendisi için Rick’e yalvarmaya, hatta onu
silahla tehdit etmeye hazırdı. Ve filmin sonunda Rick Blaine tarafsızlığını
bozarak, bu belgeleri sevdiği kadını ve onun kocasını Lizbon’a göndermek için
kullanacaktı. Ilsa “eğlenilecek adam”ı anılarda bırakıp, “evlenilecek adam”la
birlikte yola devam edecekti. Rick’in kısa bir süreliğine kokladığı çiçeğin
kokusu burnunda kalacaktı. Blaine’in bu asil davranışından çok etkilenen Vichy
Hükümeti yandaşı Renault ise elindeki “Vichy Water” şişesini çöpe savuracak,
Nazi binbaşıyı öldürmek suçundan Rick’in paçasını kurtarmasıyla da aralarında
bir “arkadaşlık” başlayacaktı.
Lizbon uçağı karanlık gökyüzüne doğru havalanırken,
film izleyicisinin yüzünde buruk bir tebessüm bırakacak, çekilmesinden 69 yıl
sonra bile “efsane” olarak hatırlanacaktı…
Ve Paris her zaman Ilsa ve Rick’in olacaktı…
Ve Paris her zaman Ilsa ve Rick’in olacaktı…
Çoğumuzun hafızasına kazıdığı 'Casablanca’ filminde piyanist Sam’in
söylediği “As time goes by” isimli şarkıda şöyle bir söz var:
“Bir öpücük, yalnızca bir öpücüktür/Zaman geçip giderken.”
Yüzyılın belki de en önemli aşk filmine yakışmayan bir yanlış tespit.
London Universty College’den plastik cerrah Gus McGrouther, âşıklar arasındaki bir öpücüğün sadece basit bir öpücük olmadığını tespit etmiş.
Bir öpüşme sırasında tam olarak nelerin meydana geldiğini tespit edebilmek için lazer tarayıcıları, elektrotlar kullanarak ciddi bir araştırma yapılmış.
Elektrikle ilgili ölçümler aşk dolu bir öpücükte 34 yüz kasının tümünün olaya karıştığını ortaya koymuş.
Bu kasların hareketleri, yüz sinir nükleusları olarak isimlendirilen ve beynin belli bir kısmından gönderilen elektrokimyasal sinyallerle kontrol ediliyor.
Dudaklardaki aşırı duyarlı sinir uçları, beynin korteksinde zevk duyguları yaratan ve tutkuyu arttıran daha büyük bir alana bu sinyalleri geri gönderiyorlar.
Sonra feromonlar ve bağlayıcı kimyasallar işin içine giriyor ve böylece çiftlerin birbirlerine karşı hissettikleri aşk artıyor.
Son derece doğal ve eğlendirici bir oyun olarak gördüğümüz küçük bir öpücük bir anda yaşamın tüm değerini ortaya çıkaran bir eyleme dönüşüveriyor.
Gördüğünüz gibi yaşamdan zevk almak aslına bakarsanız o kadar zor ve bin bir türlü şartın bir araya gelmesini gerektiren bir şey değil.
Sağlıklı olmak, yediğinizin içtiğinizin tadına varabilmek ve âşık olmak yeterli.
Sağlıklı
ve sağlıkla kalın…